Çiğdem Ülker: Okuma Kültürü

      Çalıştayımızın danışma kurulu üyesi Yazar Çiğdem Ülker'in, 17 Ekim 2014'te düzenlenen çalıştayda yaptığı "Okuma Kültürü" başlıklı konuşma.
* * *
      Bu toplantıya “Okuryazarlık Çalıştayı” adını vererek dikkatimizi bu konuda yoğunlaşmaya çağıran çalıştayın değerli katılımcıları, konuyu çeşitli açılardan irdeleyerek gün boyu farklı açılımlara taşıdılar bizi.
      Okuryazar olmanın bilimsel boyutu, ülkemizin okuryazarlık çıkmazı, eğitim sistemimizin okuyan insan olmaya yönlendirememesi, okumaz bir toplum olmanın acı sonuçları,  konunun bazı alt başlıklarıydı. 
      Türkçede “okur olmak, yazar olmak ve okuryazar olmak” deyişleri temel olarak alfabeyi tanımak, harfleri birbirine ulamayı becermek , onları seslendirebilmek vurgusunu taşıyor. Elbette insan türünün gelişmesinde, hem tarihsel hem de bireysel anlamda en önemli duraklardan biridir bu: Okuyabilmek ve yazabilmek... Yaşamın içindeki yazıyı okuyabilmek; adını, adresini, memleketini belki bir dilekçeyi yazabilmek. Okuryazar olmak yurttaş olmanın, toplumun bilinçli bir üyesi olmanın kaçınılmaz koşuludur.
      Çalıştayımızın odağına koyduğu “okuryazarlık” ise ilkokulun ilk ayında öğrendiğimiz, ilk anlamındaki okumanın üst aşamasıdır.
      Bir amaca yönelerek o amacı da sadece okumak kılarak, okumak için okumak. Anlayabilmek, yorumlayabilmek, okuduklarımızdan hareketle gerçeği çıkarsamak, başka türlü var olamadığımız için bir varlık şartı olarak okumak.
      Okumak ve bunu bir alışkanlığa, bir kişilik özelliğine dönüştürmek hem bireysel hem toplumsal yaşamlarımızın çok önemli bir aşaması.
      “Okur olmak, yazar olmak, okur yazar bir insan olmak” insanoğlunun evrimsel gelişmesinde uzun bir yolu katetmiş, zihinsel olanaklarını yükseltmiş bireyi tanımlar.
      Okumaktır, beynimizin şifası, aklımızın ilacı, kişiliğimizin tuğlası...
      Okumaktır, doğru kararlar verebilmenin, akıllıca tercihler yapabilmenin, dünyayı kendi gözleriyle görebilmenin, ona kendi elleriyle dokunabilmenin aracı...
      Ancak dünyayı okuyabilen, aklın ve bilginin rehberliğinde yol alan, okuyarak aydınlanan bireylerin omuzlarında yükselir toplum. Kişiliğini oluşturabilmiş, yazıyla aşina olmuş, eğitimle kendini değiştirebilmiş bireylerin elleriyle geleceğe taşınır bir toplum.
      Yetmiş yedi milyonluk dev nüfusuyla ülkemizin eğitim süreçlerini planlarken, çocuklarımızı yarına hazırlarken gözden yitirmememiz gereken en önemli hedef onları “okuyan bireyler” kılabilmek olmalıdır. Milli Eğitim Bakanlığının eğitim ordusundan beklediği en yüksek amaç “okuyan kuşaklar” yaratmak olmalıdır.
      Ama elbette, sadece ülkemizde değil günümüzün dünyasında pek çok yerde toplumu geleceğe taşıyacak kuşakları, çağ ile uyumlu dünya görüşleriyle tanıştırmak yalnızca okulların başa çıkamayacağı kadar büyük çaplı bir görevdir.
      Bizimki gibi kalabalık nüfuslu pek çok ülkede, görsel medyanın algılarımızı bu kadar körelttiği bir çağda okulun rolü, etkinliği azalmaktadır.
      Teknolojik devrim, bilgisayar teknolojilerinin gelişimi, beyinlerimizi neredeyse tutsak almakta; okulun, öğretmenin, klasik öğretim yöntemlerinin rolünü tepetaklak etmektedir ve belli ki gelecekte de yeni eğitim arayışları gündemi oluşturacaktır. Kuşkusuz yalnızca ülkemizde değil, dünyanın pek çok ülkesinde çok önemli bir konudur bu: Genç kuşakları çağıyla uyumlu, kendini ve dünyayı doğru tanıyan, doğru değerlendiren, “işe yarıyorum bu ülkede” duygusunu taşıyan bireyler olarak yetiştirmek...
      Görsel basının, bu dev sektörün pek çok kanalı, durmaksızın yenilenen görüntüleriyle “odaklanamamanın” , çağımızın popüler hastalığı hiperaktivitenin, otizmin ve dikkat eksikliğinin belki de en önemli nedenidir. Okumakla beslenen , okumakla gelişen genç beyinler akan görüntülerle âdeta hipnotize olmakta, görünenin arkasındaki asıl gerçeği fark bile etmemektedirler. Çocuklardaki odaklanamama ve dikkat dağılması üzerinde çalışan psikologlar, sınıf duvarlarındaki resimlerin bile odaklanamama sorunu yarattığına dikkat çekiyor. Son bulgular, öğretmenleri yalnız akademik derecelerine bakarak değerlendirmenin yanlışlığını, sınıfın kalabalıklığının sanıldığı kadar önem taşımadığını ve öğrencileri sınıfta edilgin bir konuma indirgememek gerektiğini ortaya koyuyor, yerleşik eğitim programlarının yanlışlık ve eksiklerini gözler önüne seriyor.
      Ülkemizde okuma eyleminin bu denli düşük bir profili olması hepimiz için yüz karası, utanılacak bir durum; ama eğitim sistemlerinin bunca sık değiştirildiği, eğitimin günlük politika ile bu denli yakın ilişkide olduğu ve eğitiminin ekseninin politik hedeflere doğru yönlendirildiği bir ülkede okuma eyleminin rotasının da sağlam olmasını beklemek zor.
      Son on yıllarda ülkemizde üniversite sayısı hızla çoğalırken (2014’te 196 üniversitede beş milyona yakın öğrenci var ki Çin’den sonra ikinci ülke durumundayız; 2003’te 70 olan üniversite sayımız, on yılda neredeyse üç kat artmış) okuyan yazan insan sayımız ne yazık ki aynı oranda artmıyor. Kişi başına kitap okuma sıralamasında en altlardayız. "Yılda altı kişi bir kitap okuyor" saptamaları yüzümüzü kızartıyor.Uluslararası sınavlarda başarılı değiliz.Eğitim istatistikleri her yıl rakamsal olarak yükseliyor gibi gözükse de eğitim stratejilerimizde "içerik" tartışmalara neden oluyor; ÖYS türü sınavlarda fen soruları ortalaması yüzde 3.5. Fizik, kimya, biyoloji bölümlerinde kontenjanlar boş kalıyor. Sorunlar birbiri ardına sıralandıkça öğretmenin kalitesi, eğitimin bütçesi, TEOG ya da SBS ile 14 yaşındaki çocuğun mesleğini seçip seçemeyeceği sorusu art arda geliyor; ama sonuçlar gitgide kötüleşiyor. Gençlerimizin diploma sahibi olsa bile gerçek birer okuryazar olamamasının, kara mizahi örneklerini gazetelerde okuyoruz.
      Okumak da yazmak da emek isteyen, sabır isteyen, zaman gerektiren eylemler; dikkat, tutku, özen isteyen durumlar. Okuryazar olmak, meyvesini hemen vermeyen; ama geleceği şekillendiren ve eğer alışkanlığa dönüşebilirlerse aydınlığı yaratan aşamalar.
      Bu kadar karmaşıklaşan bir çağda okuldaki eğitim elbette yeterli değildir hiçbir yerde. Örgün eğitim başta olmak üzere öncelikle aile, sonra toplumun kitle örgütleri, sanat kurumları, bir araya gelmiş farklı amaçlı gruplar, medya, hepimiz sorumluyuz gençlerin okuryazar insan, aydın yurttaş, düşünen tartışabilen insan olma gerekliliğinden!..
      Anneler, babalar, ablalar, ağabeyler olarak sorumluyuz; üniversiteli olma şansı bulmuş genç insanlar, meslek sahibi olma noktasını yakalayabilmiş yetişkinler, kitaba daha kolay ulaşabilenler, yarın için bir şey yapmak isteyenler, gelecek için kaygı duyanlar, yaşama katkıda bulunmak isteyen insanlar olarak sorumluyuz!...
      Yüzde otuzu çocuk yaşta olan, parlamento seçimlerinde 23 milyona yakın 18 yaşındaki gencin oy kullandığı, 6 milyon çocuğun yoksulluk sınırı altında yaşadığı 77 milyonluk Türkiye’de biz sorumluyuz çocuklarımızın gençlerimizin beyinsel gelişiminden, ülkemizin yarınından...
      Neredeyse 90 yıldır mücadelesini verdiğimiz aydınlanma savaşında demokratik kitle örgütleri olarak, bir araya gelerek ortak akıl yaratmayı başaran bireyler olarak sorumluyuz!...
      Bugün, burada bu zorunluluğu omuzlamanın kaçınılmaz ilk görev olduğunu bize bir kez daha anımsatan Türkiye’nin bu seçkin demokratik kitle örgütlerini Dil Derneğini, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğini, Ulusal Eğitim Derneğini, Tüm Öğretim Elemanları Derneğini, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneğini, Toplumsal Dayanışma Gönüllüleri Derneğini ve Bilim Ütopya Kooperatifini selamlıyorum. İşbirliklerini alkışlıyorum.